Pandeminin tarih öncesi

Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal Aşıklı Höyük’ü yakından bilen bir bilim insanı. Kazıdan çıkan insan iskeletlerinin incelenmesi, onun yönetiminde yapılıyor. 

Prof. Erdal, Türkiye’nin ilk “antik DNA laboratuvarı”nın da kurucusu. HÜ Moleküler Antropoloji Laboratuvarı’nda, DNA analizleriyle “son 10-15 bin yıldır Anadolu ve çevresinde yaşamış insan toplulukları ve uygarlıklar, onların tarihleri, birbirleri ile olan ilişkileri, göçler, kültürel yayılma yolları” gibi konular inceleniyor.

Nuray Pehlivan’ın Arkeo Duvar’ın “Salgın Hiç Bitmedi” sayısı için yaptığı röportajdan bir bölümü aktarıyoruz. 

TARİH ÖNCESİ TOPLUMLARDA PANDEMİ İZLERİ

Nuray Pehlivan

Birlikte yaşadığımız canlılardan birisi de varlıklarını milyonlarca yıldan beri sürdüren virüsler. Bu virüsler bizden çok daha uzun süredir dünyada yaşıyor ve yaşamaya devam etme konusunda bizden çok daha kararlılar!

Peki, bugün karşı karşıya kaldığımız virüsler, yaşadığımız dünyada hep var mıydı? Erken insanın göç hareketleri, salgın hastalıkların yayılmasında nasıl bir rol oynadı? Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal, erken topluluklarda pandemi izlerini anlattı.

‘SIRA DIŞI ÖLÜMLER ANLAMAMIZA KATKI SAĞLIYOR’

İnsanlar ve bütün canlılar hastalık yapıcılarla sürekli yüz yüze. Geçmiş insan topluluklarında pandemi izlerini nasıl görüyoruz?

Tarih öncesi toplumlarda hastalıkların kanıtlarını ve kalıntılarını biz iki yolla görebiliriz: Birinci yol, kemiğe yansımış olanlar. Ancak bir hastalığın kemiğe yansıyabilmesi için mutlaka o hastalığın kişiyle beraber uzun süre kalması, kronik olması ve kemiklerin ona tepki göstermesi gerekiyor. Bu nedenle biz antropologlar, kemikler üzerine yansımış kronik hastalıkları ya da yarı akut dediğimiz yani kişiyi hemen öldürmeyen ama kişiyle birlikte uzun süre yaşayan hastalıkları görebiliyoruz. Örneğin verem, cüzzam, frengi gibi kronik hastalıklar ancak uygun bir zaman geçtikten sonra kemiğe iz bırakır ve biz geçmişte bu hastalıkların o topluluklarda var olduğunu anlarız. Buna karşın günümüzdeki Covid-19 ya da geçmişteki çiçek, kızamık, kabakulak gibi bireyi kısa sürede etkileyen, kişiyi hastalandıran ve hatta öldüren hastalıklar kemiğe yansımadığı için ilk bakışta onları teşhis edemeyiz; varlığı ya da yokluğu hakkında bilgi veremeyiz.

Kemiklerde bir ize rastlamasak da hastalığın kanıtlarını bulabileceğimiz ikinci bir yol da arkeolojik verilerdir… Enfeksiyonlara dayalı kitlesel ölümler olduğu zaman, ölüler başa çıkılamayacak kadar fazla olursa toplumlar, bir şekilde onlardan kurtulmaya çalışır, toplu mezarlar oluştururlar. Bu birçok afet için geçerli gibidir. Şu an Türkiye’de Covid-19’dan ölen insan sayısı devletin ve toplumun başa çıkamayacağı bir düzeyde değil. Yani, hastaneler, mezarlık alanları, cenaze işlemleri, araçları şu anda başa çıkmak için yeterli. Ama 17 Ağustos depremini düşünürseniz, insanlar kitlesel halde öldü. Ve bir süre sonra artık Kocaeli’de, ölüleri soğuk hava depolarında koruyamadılar. En sonunda büyük kepçelerle mezarlar açıldı ve o mezarlıklara insanlar, dini kurallara pek de uyulmaksızın, gelişigüzel bir şekilde gömüldü.

İşte günümüzde olduğu gibi geçmişte de böyle… Toplumların baş edemeyeceği kadar ve özellikle enfeksiyonel hastalıklar nedeniyle ölüm gerçekleşirse insanlar aynı anda topluca gömülüyor. Dolayısıyla birden fazla, sıra dışı ve geleneklere uymayan ölümler genellikle bizim anlamamıza katkı sağlıyor. Geçmişteki pandemiler bu kitlesel ölümlerle açıklanabiliyor. Bazen yerleşimler terk ediliyor, hastalar yerleşimlerden ya da mezarlıklardan tecrit ediliyor. Örneğin eskiden Avrupa’da, Anadolu ve Ortadoğu’da cüzzam bir pandemiye dönüşmüştü. Halk cüzzamlıları iskan alanlarında istemediği için yerleşmelerden attı; hatta ölenleri mezarlıklarına kabul etmedikleri için Avrupa, Anadolu ve başka bölgelerde cüzzamhaneler, miskinler tekkesi kuruldu, etrafına cüzzam mezarlıkları açıldı. Bu mezarlıklar da önemli bir arkeolojik veri.

Ayrılan mezarlıklar, sıra dışı gömüler ve iskeletler üzerindeki makroskobik, yani gözle ya da çeşitli görüntüleme yöntemleri ile görülemeyen enfeksiyon izleri günümüzde antik DNA çalışmaları ile analiz edilebiliyor. Bunu da üçüncü bir yol olarak düşünebiliriz. Bazı virüslerde RNA analizi, bakterilerde DNA analizleri, eğer korundu ise kesinlikle hastalık hakkında bilgi saklayabiliyor.

‘İNSANLAR YAŞAM BİÇİMİNİ DEĞİŞTİRDİĞİNDE HASTALIKLAR ARTIYOR’

Erken insanın göç hareketleri salgın hastalıkların yayılmasında nasıl bir rol oynadı?

Bu soruya şöyle yanıt verebiliriz: Bir insan topluluğu ya da canlı grubu yaşam alanlarını genişlettikçe, başka toplumlarla ekolojik ortamlarda karşılaştıkça daha önce hiç bilmediği bakteri, virüs ve zoonotik canlılarla yüz yüze geliyor. Örneğin, bugüne kadar hiç Afrika’ya gitmediyseniz oraya özgü endemik hastalıklara yakalanmayabilirsiniz. Ancak Afrika’ya tatile giderseniz birçok enfeksiyon için aşı olmanız istenecektir. İnsanlık, yaşam alanını genişlettikçe başka canlılarla, insan toplumlarıyla, başka dünyalarla yüz yüze geldiğinde, onları etkilemeyen çeşitli enfeksiyon yapıcılar diğerleri için tehdit oluşturmaya başlıyor. Bu tehdit de hastalığın yayılmasına neden oluyor. Dolayısıyla insanların yaşam biçimini değiştirdiği, yaşam alanını genişlettiği ya da başka yerlere göç ettiği zaman hastalıkların arttığını unutmamamız gerekiyor.

‘AVCI-TOPLAYICI GÖÇER TOPLULUKLARDA ENFEKSİYON ÇOK NADİR’

Anlattıklarınızdan hareketle enfeksiyonların yayılmasında göçer ve yerleşik topluluklar arasında bir karşılaştırma yaparsak neler söylersiniz?

İnsanlık, aşamalı olarak yerleşik yaşama geçti. Olasılıkla bazı topluluklar, çeşitli nedenlerle yıl boyu süregelen hareketlilikten, belirli bir alanda yıl boyu yaşamaya başladı. Ve bu dönüşüm insan topluluklarında enfeksiyon hastalıklara daha fazla rastlanılmasına neden oldu.

Yıl boyu göç eden avcı-toplayıcı toplulukların hareketli oldukları için başka gruplarla sık sık karşılaştıkları, temas ettikleri tahmin ediliyordu. Ama genetik çalışmalar hareketli avcı-toplayıcı toplulukların aslında bildiğimizden daha izole olduklarını ortaya koydu. İskeletler üzerinde yapılan analizler, avcı-toplayıcı göçer topluluklarda enfeksiyonların çok nadir olduğunu gösteriyor. Çünkü sürekli hareket halindeler, atıklarını arkada bırakıyorlar. Diğer insan topluluklarıyla nadir karşılaşıyor; hayvanlarla beslenme dışı karşılaşmaları da oldukça sınırlı. Bu açıdan yerleşiklere göre, doğanın içerisinde, ancak birbirlerinden ve enfeksiyon konakçılarından izole yaşıyorlar.

Ama ne zaman ki insan yerleşik hayata geçiyor, o zaman nüfus artıyor. İnsanların birbirleriyle teması daha sık olmaya başlıyor. Evsel atıklar ortaya çıkıyor. Sürekli belirli bir bölgede kalan evsel atıklar, bakteriler için yaşam alanı oluşturuyor. İnsan kendi dışkısıyla yüz yüze kalıyor. Sadece evsel atık değil, kendisi de atık oluyor. Ve bu ölü bedenlerin önemli bir kısmını yaşam alanına, kendi mekanının içerisine gömüyor.

Tabii bu insanların hem kendi atıkları hem de biriktirdikleri besinler başka canlıları da çekiyor. Köpek, fare, domuz insan yaşamına giriyor. Ancak, yine de erken insan topluluklarında henüz pandemi diyebileceğimiz bir hastalık yok. Yani en erken hastalıkların şu an adını koyamadığımız ama DNA çalışmalarıyla muhtemelen önemli ipuçları elde edebileceğimiz enfeksiyonlar olduğu ve bunların da önemli bir kısmının yerleşik yaşama geçiş ile ilişkili olduğunu söyleyebiliriz.

‘VEREM, KEMİKLERDE İZ BIRAKAN BİR HASTALIK’

Peki, geçmişte bilinen en erken pandemi hangi hastalık? Bunu nasıl anlayabiliriz?

Bilinen belki de en erken pandemi, önce epidemik olarak başlayan ama daha sonra bütün dünyaya yayılan veremdir. Veremin insanda ilk kez Neolitik Dönem’de, keçi ve koyunun evcilleştirilmesi ile başladığı düşünülüyor. Ancak, yapılan incelemeler ve modellemeler, Erken Tunç Çağı’yla başlayan kentleşmenin, veremin yayılmasında hayvan evcilleştirmesinden daha önemli bir etkiye sahip olduğunu gösteriyor. Tabii evcilleştirme de insandan hayvana ya da hayvandan insana verem mikrobunun gelişmesinde ve yayılmasında çok önemli bir etkiye sahip gibidir.

Benim yaptığım analizlere göre verem, kemiklerde iz bırakan ya da her yerleşmede var olan bir hastalık. Gerçek anlamda pandemiye Orta Çağ’da dönüşse de insan topluluklarını bütünüyle etkilemesi Sanayi Devrimi’yle olmuştur. Sanayi Devrimi’nde özellikle ağır çalışma koşulları, kötü beslenme, uzun çalışma süresi, kömürün sanayide kullanılmasıyla hava kirliliğinin artması, hastalığın yayılması için önemli nedenler oluşturuyordu. Ve milyonlarca insan Sanayi Devrimi’nde, verem nedeniyle öldü. Dolayısıyla veremin ilk sıçrayışını kentleşmeyle beraber M.Ö. 4000’lerde, ikinci sıçrayışını Roma Dönemi’nin hemen arkasından Orta Çağ’da, üçüncü sıçrayışının da Sanayi Devrimi’nde olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanlığın tarihi kadar eski olduğu düşünülen bir hastalık da cüzzam. Büyük İskender, Hindistan’a yaptığı seferden sonra Roma İmparatorluğu’nun bulunduğu bölgeye ilk kez cüzzamı taşıdı. Cüzzamın Uzak Doğu ve Güneydoğu Asya’da varlığına ilişkin önemli kanıtlar var. Hastalık bu bölgelerde epidemik halde. İlk gelen hastalık batıda pek yayılmıyor. Fakat ne zaman ki İpek Yolu önemli bir ticaret yolu olmaya başlıyor, cüzzam hem Anadolu hem de Avrupa’ya hızla yayılıyor. 8. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar milyonlarca insanın ölmesine neden oluyor. Hastalığın iskelette bıraktığı izler, yaraları çok korkutucu gösteriyor. Parmaklar düşüyor, burun eriyor, damak deliniyor, aslana benzeyen bir yüz, pençeye benzeyen eller ortaya çıkıyor.

Bu hastalığa sahip olan bireylerin elbiselerinin üzerine cüzzamlı anlamına gelen “Lepra” kelimesinin baş harfi olan “L” yazılarak toplum tarafından damgalanıyor. Kilisede son yemek ve bir duayla eline bir sopa, bir çıngırak ve bir tas verip uğurlanarak, kent dışına itiliyor. Dolayısıyla toplumdan dışlanmanın acısı, hastalıktan daha ağır. Bu anlamda da çok sosyal anlamı olan, erken pandemilerden birisi. Anadolu, özellikle İstanbul, cüzzamın yayılmasında, pandemide önemli bir merkez rolü üstleniyor.

‘KARA ÖLÜM BELKİ DE EN ÖNEMLİ PANDEMİ’

Veba da insanın yakın tarihinde derin izler bırakan bir hastalık. Yazılı metinler veba salgınının tarihini ne kadar eskiye götürüyor?

Yazılı metinlere göre en eski veba salgınının Hititlerde olduğunu biliyoruz. Daha önceki Sümer yazıtlarında da belirli hastalıklardan insanların öldüğü ve yok olduğu biliniyor. Bu enfeksiyonun, Anadolu’da insan topluluklarını kitleler halinde yok ettiği ve hatta Hitit metinlerinde, savaşlardan daha çok insanı salgında kaybettikleri için acı çektiklerini, Hitit krallarının da bu nedenle öldüğünü anlatıyorlar. Hitit iskeletleri hakkındaki sınırlı bilgimizle, bu hastalığın veba olabileceğini, ancak henüz kanıtlanamadığını söyleyebiliriz.

Hititlerdeki veba salgınından sonra Anadolu’yu kasıp kavuran Justinian Veba salgını ise en erken kanıtlardır. 541-543’te ilk kez görülen Justinian Vebası, 8. yy’a kadar Anadolu’da aralıklarla devam ediyor. Ama Kara Ölüm, yani Kara Veba salgını, Avrupa, Batı Asya ve Kuzey Afrika’yı saran, belki de en önemli pandemidir. Ve bunun Batı Avrasya’ya yayılmasının 1346-1353 arasında olduğunu biliyoruz. Bu salgın da neredeyse 18. yüzyıla kadar Anadolu’da belirli bölgelerde adım adım devam edip süregeliyor.

Röportajın tümünü ve salgın hastalıkların insan iskeletinde nasıl izler bıraktığının görsellerini Arkeo Duvar’ın “Salgın Hiç Bitmedi” sayısında okuyabilirsiniz. Aynı sayıda, Doç. Dr. Çiler Çilingiroğlu’nun, virüs ve bakteriler gibi “insan olmayan” aktörlerin, insanlığın binlerce yıllık tarihini nasıl şekillendirdiğini anlattığı yazısını da kaçırmayın.