
The Dig (Kazı)
Yönetmen: Simon Stone
Senaryo: Moira Buffini, John Preston
Oyuncular: Carey Mulligan, Ralph Fiennes, Lily James
(Netflix’te izleyebilirsiniz.)
“The Dig hepimizin içindeki arkeoloğu ortaya çıkarıyor.” Financial Times
FERHAT BORATAV
1930’ların sonuna doğru, İngiltere’deyiz. Varlıklı ama kalbi (her anlamda) hasta, bir-kaç yıl önce ölen albay kocasından kalan malikânesinde küçük oğluyla yaşayan, spiritüalizm meraklısı bir hanımefendi, Edith Pretty (Carey Mulligan), topraklarındaki “tümsek”lerin altında ne olduğunu merak etmektedir.
Yörenin bağlı olduğu Ipswich Müzesi’yle konuşur, kazı yapmaları için. Müze burun kıvırır: “Savaş var, elimizde insan yok, ham’fendi,” derler. Ama asıl mesele bir Roma villasını kazmaktadırlar, tarladaki tümsek pek de öncelikli değildir.
Edith Pretty, bunun üzerine, bir “kazıcı”ya başvurur. Basil Brown (Ralph Fiennes), dededen, babadan kazıcılık öğrenmiş, hem yeraltına hem gökyüzüne meraklı bir amatör arkeolog ve astronomdur: “Suffolk’un bir yerinden bir avuç toprak gösterin, kimin çiftliğinden aldığınızı hemen anlarım.”
Arazi sahibi Edith Pretty (Carey Mulligan) ve amatör arkeolog Basil Brown (Ralph Fiennes) arkeoloji tarihinin en önemli kazılarından birisi vesilesiyle tanışıyorlar.
Pretty ile Brown anlaşırlar, kazı başlar. Açma çöker, Brown toprak altında kalır, ama yılmaz, Hanımefendi’nin “burada bir şey var, hissediyorum” dediği başka bir tümseğe geçip kazıyı sürdürür. Ve sonunda müthiş bir sonuca ulaşır. Haber duyulunca önce Ipswich müzesindekiler, sonra da British Museum’dan “ağır abiler” koşa koşa gelirler ve kazıya el koyarlar.
İsterseniz, filmi seyredecekleri düşünerek, hikayeyi burada keseyim.
Ama keserken de şunu söyleyeyim: Bu film, gerçek bir olayın hikayesi.
Filmi seyretmeyecekseniz, bu arkeoloji macerasını; o tarladan neyin bulunduğunu; bulunanların, İngilizlerin kendi adalarının tarihi hakkındaki bilgilerini nasıl toptan değiştirdiğini burada ve daha detaylısını burada okuyabilirsiniz. Ben, tadımlık, kazıda bulunan objelerin en çarpıcılardan birinin rekonstrüksiyonunu (aslı British Museum’da) buraya bırakıyorum.
The Dig filmi farklı düzeylerde izlenebilir kuşkusuz.
Hemen her İngiliz dönem filminde olduğu gibi, burada da incelikle işlenmiş karakterler var, “birbirlerine yaklaşan ama bir türlü gerçek arzularını gerçekleştiremeyen Çehovyen karakterler” diyor bir eleştiri. “Kazıda buluntular günyüzüne çıktıkça, olayın içindeki insanların iç yaşantıları da açığa çıkıyor, bu öyküyü bu kadar güçlü ve oriijinal yapan da bu” diyor filmin yapımcısı Ellie Wood.
Tabii bir de, ikinci kez büyük savaşa hazırlanan bir ülkenin panaroması var: Köyün kasabanın gençleri askere alınıyor, Londra sokaklarında alarm provaları miniklere oyun bahanesi oluyor. Malikâne kapılarını halâ fraklı-papyonlu uşaklar açıyor. Eşcinsel ilişkiler pansiyonların loş odalarında yaşanıyor.
Çocuklar “Amazing Stories” okuyor ve pilot olma rüyası görüyor. Kısacası 1938 İngiltere’si.
Fakat biz arkeoloji meraklıları açısından The Dig’in en güzel tarafı, bir arkeolojik kazıyı, hem teknik detaylarıyla, hem de insan ilişkileriyle (bence) çok gerçekçi anlatması. Filmin, bu kazının ilginç karakterlerinden birinin yeğeni olan John Preston’un aynı isimli romanından yola çıkmış olmasının, bunda payı büyük kuşkusuz.
Tarladaki tümseğe ilk kazmanın vurulmasından, büyük buluntunun ortaya çıkarılması, ölçümlenmesi, kayda geçirilmesine, bu süreci adım adım izliyoruz. Ve tabii en dramatik konu: Bu tarihi buluntu, kimin başarı hanesine yazılacak: Arazi sahibi hanımefendi, amatör arkeolog, va da yerel müze, ulusal müze ve profesyonel/profesör arkeolog?
Bugün de, pek çok kazıda alttan alta, hatta bazen de açıkça yaşanan bu çekişmenin, filmde ve gerçek olayda kazananı profesyonel arkeologlar ve British Museum. Ama filmin ve seyircinin yüreğinin, (gerçek hayatta da hakkı çok yenmiş; bu tarihi kazıdaki yeri, British Museum tarafından ancak yakın zamanlarda açıkça kabul edilmiş) amatör arkeolog Basil Brown’dan yana olduğu çok açık.
Eh, amatör arkeoloğu Ralph Fiennes oynayınca, profesyonel (ve erkek) arkeologların pek şansı olmayacağını söylemek, yanlış olmaz sanırım.
Arkeoloji ve popüler sinema
Hollywood, arkeolojiyi hazine avcılığına, arkeologları da definecilere çevirmekte çok başarılı.
Indiana Jones, Lara Croft, The Mummy… Sinemada arkeoloji deyince hemen aklımıza gelen, başarılarını seri halinde üretilmeleriyle kanıtlayan filmler bunlar. Ve tabii beyaz perdenin arkeologları: Fötr şapkası ve kırbacıyla Harrison Ford, çifte revolveriyle Brendan Fraser, 1 milyar dolarlık servetiyle Forbes hayali zenginler listesine giren Lara Croft.
Arkeologlar dehşetle izliyorlar hiç kuşkusuz bu filmleri. Arkeolog gözüyle bakıldığında hataları, hatta “günah”ları çok: Bu filmlere bakılırsa, arkeologların derdi, bir “şey” bulmak: kristal kafatası, altın sanduka, kutsal kase… Ve bunu genellikle tek başlarına, en fazlası iki kişilik bir takım olarak yapıyorlar. Yanlarında bir “yerli” rehber varsa, genellikle pek güvenilir bir tip olmuyor. Üstelik bu arkeologlar, o “şey”i ele geçirmek için kazı alanını altüst etmekten kaçınmıyorlar. Ve bütün bunlar, illa ki “medeniyet”ten uzak diyarlarda, Mısır çöllerinde, Muson ormanlarında, Amazon cangılında olmak zorunda.
İlki 1932’de yapılan The Mummy filmlerinden beri, pek değişmeyen formüller bunlar. Bu filmlerin hemen hepsinde, “beyaz” arkeolog bilimin temsilcisi, “yerli”ler ise, ya sadece kazı işçisi, ya da arkeoloğumuza engel olan, zorluk çıkaran kalabalıklar.
Bir ortak nokta da, arkeologların, rahatsız edilmemesi, el değdirilmemesi gereken bir şeyi bularak, çeşitli belalara yol açmaları. The Mummy (1959) filminde, Prenses Ananka’nın lahtinin bulan İngiliz arkeolog mumyanın lanetine uğrar ve hayatını kaybeder. The Exorcist (1973) filminde rahip-arkeoloğun Irak’ta bir kazıda bulduğu heykel, Şeytan’ın gizli gücünü harekete geçirir.
Tabii, arkeolojiyi ve arkeologları gerçek hayata yakın yansıtan filmler de var.
The Golden Salamander (1957) bir gemi enkazından çıkan Etrüsk eserlerini kurtarmak üzere Afrika’ya giden bir İngiliz müze küratörünün hikayesi. Eserlere sahip olmak isteyen silah kaçakçısı kolleksiyonerle mücadele etmek, ve sonunda onu öldürmek zorunda kalır.
Fellini’nin Roma (1972) ve Viaggio in Italia (1953) filmlerinde, arkeolojik kazılar ve kentleşmeyle tarihi eserleri kurtarma arasındaki çekişme hep arka plandadır.
A Month in the Country (1988) Yorkshire’da bir köyde, Birinci Dünya Savaşı’ndan sağ kurtulmuş iki kişinin öyküsüdür, hayatlarını yeniden kurarken biri köyün Orta Çağlardan kalma kilisesinde bir freski onarmaya çalışır, diğeri de kilisenin yanıbaşında bir kayıp mezarı bulmak için kazı yapar.
Une Femme ou Deux (1985) bulduğu insan fosilini “ilk Avrupalı kadın” diye tanımlayan bir Fransız paleo-arkeoloğun hikayesidir. Bir taraftan araştırması için para bulmaya çalışır. Bir taraftan, bulduğu fosilin rekonstrüksiyonunu “siyahi” olarak yapınca “solculuk” suçlamasına hedef olur.
Ama sinemada arkeoloji deyince, en şaşırtıcı betimlemelerden biri, hiç kuşkusuz Planet of Apes (1968)’dir. Maymunların egemen olduğu, insanların köle olarak çalıştığı bu Dünya’da, maymun Cornelius arkeologdur, ve insanların bir zamanlar zeka sahibi yaratıklar olduğunu, dünyayı yönettiklerini kanıtlamaya çalışır. Ve tabii çalışmaları maymunlar yönetimi tarafından yasaklanır.
Bu az sayıda örnekle karşılaştırıldığında, arkeolojinin “esrar ve sihir” sosuna buladığı filmler ağır basıyor kuşkusuz. Ama Hollywood’un her konuda hatalı olduğunu söylemek de haksızlık olur. Birincisi, bu filmlerin hepsi arkeologların merak duygusunu, heyecanını yansıtıyorlar.
İkincisi, evet, arkeologlar, Indiana Jones’u sevmeseler de, yakıcı güneşten korunmak için genellikle genişçe şapka kullanmayı tercih ediyorlar.